Ekonomist
Yapılan son açıklama ve uygulamalardan, 20 yıl süren “yüksek faiz, düşük kur” politikasında sona gelindiği görülmektedir. Uygulanması düşünülen “Yeni Ekonomi Modeli”nin anlaşılabilmesi için, öncelikle terkedildiği anlaşılan eski ekonomi modelinin temel uygulamalarının kısaca gözden geçirilmesi yararlı olacaktır
Ülkemizde 1990’lı yıllardan itibaren artan bütçe açıkları, talep seviyelerinin, üretilen mal ve hizmet miktarını (GSYİH) yani arz seviyesini aşmasına neden olmuştur. Bu nedenle yükselen enflasyon da %125 seviyelerine kadar çıkmıştır.
Talep seviyesinin, arz seviyesini aşması sonucu oluşan talep miktarındaki fazlalığı enflasyon yaratmadan kapatmanın başlıca iki yolu vardır. Birincisi talep seviyesinin arz seviyesine çekilmesi, ikincisi de arz seviyesinin talep seviyesine çıkarılmasıdır.
İlk seçenek dışa kapalı ülkelerde geçerli yöntemi oluşturmaktadır. Sıkı para politikası uygulamak suretiyle arza göre yüksek olan talep seviyesinin aşağı çekilmesini amaçlar. “Kemerleri sıkmak’’ olarak nitelenecek bu politika ile reel faiz verilmesi de dâhil tüketim seviyesi düşürülerek tasarrufların artırılması amaçlanır. Halk arasında “hayatın pahalanması” olarak nitelenir. Bu model, özellikle sermaye ihtiyacı olan ve üretim kapasitelerini kısa dönemde attıramayan gelişmekte olan ülkelerde geçerlidir.
Globalleşme hareketiyle birlikte ülkelerin gümrük duvarlarını kaldırmaları ve sermaye hareketlerinin serbest hale gelmesi, birinci yöntem yanında, ikinci yöntem olan, arz miktarı arttırılmak suretiyle, talep seviyesindeki fazlalığın giderilmesi imkânını getirmiştir. Bunun sağlanması için globalleşme sonrasında yüksek faiz düşük kur uygulaması ile ülkeye sıcak para çekilmesi gerekir. Böylece borçlanılarak elde edinilen kaynakla özellikle ara malı ithal edilerek, arz miktarını aşan talep miktarının karşılanması ve enflasyonun aşağılara çekilmesi sağlanır.
Bu uygulamayla sıcak para (kısa vadeli yabancı sermaye) cazip faizlerden yararlanmak için yurt dışından getirdiği dövizleri yerli paraya çevirir. Ülkeye verilen borç niteliğindeki bu dövizlerin bollaşması sonucu, döviz kuru seviyeleri aşağı gelir. Bu durum ithal malların fiyatlarının düşmesine ancak enflasyon nedeniyle fiyatları şişmiş olan yerli malların rekabet gücünün azalmasına hatta kaybolmasına neden olur. Her geçen gün daha çok borçlanılmasını gerektiren bu sistem, devamlılığın sağlanması için sıcak paraya artan oranda faiz sağlanmasını gerekli kılar. Bu durum enflasyonu düşürse de sürdürülemez olup geçici niteliktedir. Bir dönem için ekonomik sorunları halı altına süpürerek geçici bahar havası yaratılmasını sağlar.
2002 yılından itibaren Türkiye’de uygulanmaya çalışılan bu yöntemdir. 2002 yılına %68 oranında enflasyon ile giren Türkiye, Merkez Bankası’nca istikrar sağlamak için (!) “Enflasyon hedeflemesi” adı altında bir programı uygulamaya sokmuştur. Bu programla birlikte dövizlerini TL’ye çeviren sıcak para sahipleri, %50’leri bulan faiz kazancı için ballı çiçeğe konan arılar gibi ülkemize akmıştır. Böylece aşağıdaki grafikte görüleceği gibi, enflasyon seviyeleri %6’lar seviyelerine kadar gerilemiş, döviz kuruda aşağılara inerek 10 yıl boyunca aynı kalmış, buna karşın artan ithalatla cari açık patlamış, sistemin bedeli de 115 milyar dolar borçtan 450 milyar dolara çıkmak olmuştur. Sıcak para ise yüksek faiz kazancına, sabit kalan hatta düşen döviz fiyatları ile daha düşük kurla tekrar dövize dönmenin kazancını da eklemiştir. Bu dönemi takiben artan borç seviyesine paralel ülke riskinin de yükselmesi ile sıcak paranın daha yüksek faiz talepleri, ülkemizi gerçek bir açmaza sokmuştur.
Bu dönemde, rekabet gücünü kaybeden sanayi, mecburen ucuz ara malların ithalatına dayalı, mümkün olduğunca montaja ağırlık veren, katma değeri çok düşük bir üretim modeli oluşturmuştur. Üstelik sanayinin istihdam seviyesinde bir artış olmamasına karşın, bu dönem kayıtlara yüksek büyüme (!) olarak yansımıştır. Çünkü ihracat adı altında oluşan rakamlarda katma değer dikkate alınmamakta, yurda giren ithal ürün aynen çıksa dahi ihracat sayılmaktadır. Böylece uzun dönem sürdürülemez olan bu politikanın sonuna gelinmiştir.
Öncekinin tersine, “düşük faiz, yüksek kur” olarak özetlenebilecek bu model ile borçlanma pahasına başka ülkelerin büyümesine katkıda bulunan eski model ortadan kaldırılarak, “rekabetçi kurun” esas alındığı yeni ekonomi modeline geçme zorunluluğu doğmuştur.
Başarılı uygulanması halinde, dış ülkelerin üretim unsurları ile büyüme (!) yerine, başta istihdam artışı olmak üzere yurt içi üretim unsurlarımızın kullanıldığı yeni bir model ile gerçek bir büyümeye ulaşılmasının elbette savunulamayacak bir yanı yoktur.
Ancak bu modele geçiş süreci güçlüklerle doludur. Artık “rekabetçi kur” ve onu tamamlayan “cari fazla’’ verme gereği kaçınılmaz biçimde yıllardır düşük kalan döviz kurunun yükseltilmesi zorunluluğunu doğuracaktır. İşin daha kötüsü döviz kurunda bu yükseliş ithal ara malına dayalı mevcut yurt içi üretim nedeniyle doğrudan enflasyon oranlarına yansıyacaktır. Aslında önceki dönemin halı altına süpürülerek ertelenen enflasyonunun telafisi demek olan bu durumda, yıllardır izlenen yanlış politika süreçlerinin iyi analiz edilmesi gerekir. Aksi halde enflasyona neden olan arz talep ilişkisi göz ardı edilerek “kur artışı” enflasyonun nedeni olarak günah keçisi ilan edilecektir. Ayrıca döviz “değer koruma özelliği’’ ötesinde üzerinden para kazanma amacı güdülen “spekülatif” nedenlerle talep edilir hale gelecektir.
Başarı sağlanması için “rekabetçi kur politikası” uygulanması yanında ekonomide tüketime dayalı döviz talebinin de azaltılması gerekir. Bunun için bir yandan bütçe harcamaları kısılarak başta dolaylı ve dolaysız vergiler olmak üzere gelirleri arttırmak ve mümkün olduğu kadar çok bütçe fazlası vermek şarttır. Sıkı para politikasıyla da başta tüketici kredileri olmak üzere zorunlu ve bir takım teşviklerle gönüllü tasarruflar arttırılmalıdır.
Bir diğer güçlükte, globalleşme sonrası faiz hadlerinin yönetiminin son derecede kritik ve karmaşık hale gelmesidir. Bu sistemde yüksek faiz, bir yandan yurt içinde tasarrufları artırarak nispi olarak talebin kontrol altında tutulmasına imkân verir. Ancak diğer yandan da sıcak paranın ülkeye akarak, kurun düşük kalması ve yukarıda açıklanan sürdürülemez sorunlar yaratması gibi çelişkili bir duruma yol açar. Enflasyonun altında kalan faizler ise yurt içi tasarrufları önce dövize sonra parasının kıymetini koruyacağı gayrı menkul ve dayanıklı mallara yöneltir. Bu nedenle ‘bıçak sırtı’ politikası ile bu dengenin kurulması çok önemlidir. Ekonominin yeniden yerli üretim unsurlarına dönmesi ve yüksek katma değer ihracatının döviz artırıcı fonksiyonlarının sağlanması zaman alacağı için Merkez Bankası rezervlerinin düşük olduğu da göz önüne alınarak zamanlamanın dikkatlice yapılması gerekir.
Negatif faiz haddi uygulamasında da Japonya, İsviçre gibi gelişmiş ülkeler emsal alınmamalıdır. Tasarruf meyli çok yüksek olan bu ülkelerde açılan mevduat hesapları için, bırakın faiz vermeyi üstüne para alınsa dahi tasarruf eğilimlerini değiştirmez. Dolayısıyla tüketim harcamalarında önemli bir farklılığa yol açması beklenemez. Bu uygulamaları esas alarak faizlerin oranlarının negatife getirilmesi halinde ülkemiz gibi tasarruf yerine tüketim eğilimi yüksek gelişmekte olan ülkelerde sonuç hayal kırıklığı yaratabilir.
Sonuç olarak 20 yıldır uygulanmakta olan mevcut ekonomi modelinde “zararın neresinden dönülse kardır” deyimine uygun olarak yeni bir ekonomi modeline geçilmektedir. Bu modelin uygulanabilmesi için geçiş aşamasında “işten artmaz dişten artar” atasözünün “hem işten, hem dişten artar” şekline dönüştürülmesi gerekmektedir. Böylece başarı, bir yandan tüketim miktarı azaltılarak yani kemerler yeteri kadar sıkılarak yaratılacak bütçe fazlasıyla, döviz ihtiyacının minimum seviyeye indirilip dövize olan talebin azaltılıp azaltılamayacağına, diğer yandan da ihracat ve turizm yoluyla elde edilen dövizlerle yeterli cari fazla verilip verilemediğine bağlı olarak değişecektir. Bunun için öncelikle faiz ve zamanlama konularında çok dikkatli hareket edilmesi ve ölçülü davranılması vazgeçilmez bir unsurdur.
https://www.dunya.com/kose-yazisi/yeni-ekonomi-modeli/645955