Çoğu kez bu karmaşık ortamda yapılan değerlendirmelerde ekonomi biliminin temel öğretileri bir yana bırakılabilmekte ve olaylar sebep sonuç ilişkilerinden koparılarak yanlış neticelere ulaşılmaktadır. Doğru ekonomi politikalarına ulaşmak, ekonomik olaylara mümkün olduğunca üst seviyeden yaklaşarak, en temel ekonomi öğretilerini esas alan ve hepsinden önemlisi ekonominin ana amacını göz önünde bulunduran analiz ve yorumlarla mümkündür.
Kıt kaynakları en verimli biçimde kullanarak toplumda ‘refah seviyesi’nin diğer bir deyişle yaşam kalitesinin arttırılması ve artan bu refah seviyesinin toplum bireyleri arasında adil bir şekilde dağılımının sağlaması olan bu amaç yaratılan ekonomik modelin vazgeçilmez unsuru olmalıdır.
Bu amacın gerçekleştirilebilmesi ancak toplumda iş arayan bütün bireylerinin çalışabilme imkânını bulduğu dolayısıyla halk deyimiyle “evine ekmek götürebilir” hale geldiği bir toplum yaratılması ile mümkün olacaktır Bunu sağlamanın yolunun da üretim artışından geçeceği açık ve net bir konudur. Toplumda mal ve hizmet üretiminde oluşacak artışlar atıl iş gücü kaynağının kullanıldığı “gerçek büyümeyi” ve tabi ki “gerçek bir refah artışını” beraberinde getirecektir.
Öyleyse kâğıt üzerinde ‘refah artışı’ deyince herkesin aklına gelen ''üretim artışının'' nasıl gerçekleştirilebileceği konusunun cevabı, doğru bir ekonomi politikasının vazgeçilmez bir şekilde esasını oluşturacaktır.
Üretim artışının sağlanması konusunda ekonomide atılacak her doğru adım işsizliği ortadan kaldıracağı için refah seviyesine doğrudan etki edeceği açık olan sihirli bir uygulamadır. Bu noktada konunun esası belirlenmiş olmaktadır. Bu nedenle ayrıntılarda boğulmadan üretim artışının nasıl sağlanacağına yönelik gerçekçi politikaların ortaya konması gerekir.
Günümüzde gümrük duvarlarıyla yerli sanayinin korumacılığının ortadan kalktığı göz önüne alınırsa toplumda oluşan mal ve hizmet taleplerinin karşılanma şekli, globalleşen ve sermaye hareketlerinin serbestleştiği çağımızda niteliğini tamamen değiştirmiştir. Artık ülkelerin ekonomilerinde oluşan talebi karşılanması için yerli üreticilerin yanında diğer dünya üreticileri de deyim yerinde ise dört gözle hazır beklemektedirler.
Böylece ülkede üretim yapan yerli sanayinin yanı sıra al-sat yapan ticari nitelikli kuruluşlar talebi karşılamak için yurt dışı piyasalardan mal temin etme yoluna gitmekte ve iç talebi karşılayacak şekilde ithalat işlemleri hızla yerine getirilmektedir.
Hatta yurt içi talepte beklenmedik ani artışlarda bu ithalat işlemlerini bizzat yurt içi üretici firmalar dahi gerçekleştirmektedirler. Örneğin bir otomobil fabrikası talebi karşılamak için önce hızla tam kapasiteye çıkmaya çalışmakta kapasitesinin yetmemesi halinde de ya doğrudan ithal yoluyla yurt dışından otomobil getirtmekte ya da CKD (completely knock down)denilen şekilde aracın tüm parçalarını ithal edip montaj yoluyla birleştirmektedir.
Katma değerin hiç olmadığı doğrudan ithalat ya da minimum seviyede kaldığı ana ürün parçaların hepsinin ya da önemli bir bölümünün yurt dışından geldiği bu uygulamanın katma değerinin iş sahaları yaratan yurtiçi üretim gibi olamayacağı açıktır.
Bu analizden de anlaşılacağı gibi gelişmekte olan bir ekonomi için bu durum, gelişmekte olan ülkelerin kıt kaynaklarının ithalatın gerçekleştiği ülkelere aktarılarak bu ülkelerin üreticilerinde yaratacağı taleple o ülkelerin üretim seviyelerinin yükselmesine dolayısıyla istihdam ve refah seviyelerine katkıda bulunmaktır. Her ne kadar örnekte olduğu gibi bu araçların ithal yoluyla da olsa ülkemize gelmesi ekonomik bir büyüme olarak kayıtlara girecekse de bu durum refah seviyesine kalıcı bir etki yapmayacak kıt kaynakların gereksiz yere harcanması nedeniyle ülkenin orta ve uzun vadeli çıkarları ipotek altına girmiş olacaktır.
Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde ani talep artışlarının yaratılarak iç talebin provoke edilmesi ile bu durum en açık biçimde kendini gösterecek, beklenmeyen bu talep artışını karşılayacak üretim zinciri ve duruma göre kapasitenin bulunmaması da yukarıda açıklanan ekonomik kayıpların en üst seviyeye çıkmasına neden olacaktır.
İşte bu sebepledir ki ekonomistler “sürdürülebilir kalkınma” teorisini geliştirmek zorunda kalmışlardır. Genel manada bu durum gelişmiş ekonomiler için bile önemli bir sorunken özellikle gelişmekte olan ülkeler için olumsuz etkileri çok daha fazladır. Çünkü bu ekonomilerde insanların tüketim eğilimi yüksek, tasarruf eğilimleri ise düşüktür. En temel ihtiyaçlarının yarattığı baskı insanları devamlı mal ve hizmet almaya yöneltmektedir. Bu nedenle nakdi akımlarda oluşabilecek bir artış gelişmiş ülkelerden farklı olarak tasarruf yerine büyük ölçüde talebe yansımaktadır.
Yapılan açıklamalar çerçevesinde piyasaya yansıyan bu talep sırasında altının çizilmesigereken en önemli nokta aynı standartlarda olduklarının kabulüyle raflarda serbestçe yerini alan ithalve yerli ürünler arasında tüketici tercihlerini oluşturan en önemli etkenin saptanmasıdır.
Standartlar aynı olduğuna göre tüketici tercihini etkileyecek en önemli unsurun “malın fiyatı” olacağı da yine ekonomi biliminin bir gerçeğidir. Hatta yeterli bir fiyat farkının makul bir kalite farkını da ortadan kaldıracağı yine ticari hayatta bilinen bir konudur.
Öyleyse, ithal bir ürünle, katma değeri yüksek benzeri bir yerli bir ürünün fiyat farkını yaratan ve rekabetçi olabilmesini sağlayan teknoloji den organizasyona birçok etken arasında açık ara farkla en önemli unsurun ne olacağının cevabı bu yazı konusunun en kritik noktasını oluşturmaktadır.
Bu soruya tartışmasız biçimde verilecek yanıt Türk Lirası’nın yabancı paralar karşısındaki değeri kısa bir deyişle “döviz kuru” dur. Diğer etkenler ülkelerin sahip olduğu bazı mukayeseli üstünlükler dışında bu değişim değeri kadar etkili değildir.
''Döviz kuru'' yani “yabancı paranın yerli para ile değişim oranı” yeterli olmadığı müddetçe diğer unsurların önemleri büyük ölçüde ortadan kalkacaktır. Bu değişim oranının ''yeterliliği'' konusu ise koyulan hedefe göre zamanla yerine oturacak bir konudur.
Hükümet ülkede işsizliği tamamen bitirip icabında zamanında Almanya’nın zamanında yaptığı gibi işgücü ithaline neden olacak kadar bir üretim artışı ve refah seviyesi hedefliyorsa bu durumda ''cari fazla'' verecek ve kur daha iddialı olacak, cari açığın kapandığı noktayı esas alıyorsa daha makul bir kur hedeflenecektir. Cari açığın ortadan kaldırıldığı, yani dış ödemeler dengesinin sağlandığı döviz kuru değerinin, ''başa başnoktası'' değeri olduğu akademik tartışmalarda da kabul edilen bir husustur.
Bu nedenle “döviz kuru”nun “rekabetçi” olmasından söz edebilmek “döviz kuru” değerinin cari dengede asgari derecede, “başa başnoktası”nı sağlamasıyla mümkündür. Bu seviye yurt içinde Türk Lirası bazında yerli üreticiyi tatmin edici seviyede oluşurken yurt dışındaki satıcıyı da döviz fiyatı bazında yurt içi piyasadan uzak tutacak bir değişim seviyesi olmalıdır. Döviz kurunun bu seviyesinde sadece yurt içi taleplerin karşılamasına yönelik değil yurt dışında da yabancı ülkelerin üreticileriyle rekabete girilebilecektir.
Bu durum o kadar önemlidir ki yukarıda anlatıldığı gibi sağlanan bu ''rekabet gücü' nün etkisini sadece iç piyasada istihdam seviyesi ve refahın geri gitmesini önlemekle kalmayacak, aynı zamanda gerek yurt içi ve gerek yurtdışında bu rekabet gücü ile yeni kazanımlara imza atarak yurt içi ve yabancı ülke taleplerine cevap vermek için istihdam ve üretimi arttırılmasını sağlayacaktır.
Böylece ekonomik küçülme yerini büyüyerek zenginleşmeye bırakacaktır. Bu satırları okuyan sanayicilere sadece ülke içindeki müşterilerle mi yetinmek yoksa Çin ve Güney Kore gibi bütün dünya nüfusuna hitap eden bir üretim mi gerçekleştirmek istedikleri sorulsa verilecek cevap açıktır. Bütün dünyaya yönelik yapılacak bir üretim içinde döviz kurunun ''rekabetçi'' seviyede olması kaçınılmazdır.
“Rekabetçi kur” deyimi refah seviyesinin artırılması için yapılacak her “üretim arttırılmalıdır” tavsiyesinin başına eklenerek içi doldurulmalıdır. Böylece “rekabetçi kurla üretim artırılmalıdır” deyişi birbirlerinin hukuk diliyle mütemmim cüzü yani ayrılmaz parçası olmalıdırlar.
Globalleşen dünyada ne yapılırsa yapılsın hatta her türlü teşvikler verilsin “mukayeseli olarak üstün olunan” kısıtlı bir alan dışında kalıcı başarı ancak bu yolla mümkündür. Rekabet imkânı olmadığı için satılma şansı bulunmayan ürünün yatırımı dolayısıyla üretimi olmayacak ve teşvikler büyük ölçüde kâğıt üzerinde kalacaktır. Bu durum milli sermaye kadar yurtiçinde yatırım yapma kararı alacak yabancı sermaye içinde geçerlidir. Rekabetçi imkânların olmadığı bir ekonomide yatırım yapmak yerine direk ithalatla işi çözmenin çok daha gerçekçi olacağı açıktır. Ekonominin böyle bir duruma düşmesi halinde bunun adına da “orta gelir tuzağı” gibi isimler verilecektir.
Rekabetçi kur en yararlı gümrük duvarı demektir. Yurt dışı üretimin İçeri girmesini engellerken yurt içi üretimin dışarı ya gitmesi için rekabet şansına katkıda bulunmaktadır. Ayrıca teknik olarak da işletmelerin verimli çalışmalarına yönelik ‘ekonomik ölçek’ de sağlanmış olmaktadır.
Kısaca ''rekabetçi döviz kuru'' ile sağlanacak üretim artışı ülkedeki işsizliği minimum düzeye indirerek hem refah seviyesini arttıracak hem de herkesin iş bulduğu gelir dağılımındaki ortam sosyal adaletin sağlanmasına en büyük katkıda bulunacaktır.
Bu satırların yazarı teorik olarak burada söylenen konuları görev aldığı bir otomotiv fabrikasında bizzat gözlemleme ve test etme imkânını bulmuştur. Önemli amacı yurtdışında en rekabetçi fiyat ile araçlarını pazarlamak olan bu otomotiv şirketi, maliyetlerini minimumda tutabilmek için imal ettiği aracın ''standart kalite”deki parçalarını haklı olarak ''döviz cinsi'' en ucuz fiyattan almak zorundadır. Bu durumda izlediği satın alma politikası ile dünyanın neresinde olursa olsun fabrikaya döviz cinsi en düşük maliyetlerle teslim edilen standart kalitedeki parçaları imalatında kullanarak dünya otomotiv şirketleri arasındaki rekabette en iyi yeri almak istemektedir.
Doğal olarak ''imalatın yerlileşmesi'' yani yerli yan sanayi üreticileriyle işbirliği yapılabilmesi için büyük gayret sarf edilmekte yan sanayiye önemli teknik ve sermaye destekleri verilmektedir. Ancak bütün bunlara rağmen işin en kritik noktasını döviz kuru teşkil etmektedir. İçeride kendisine sunulan otomotiv parçasının TL fiyat döviz kuruna bölünerek öncelikle yerli sanayi üretimi parçanın döviz cinsi fiyatı bulunmakta sonra bununla dış ülkelerden gelen aynı parçanın döviz cinsinden fiyat teklifleri mukayese edilmektedir.
Söz gelimi bedeli 150 TL olan bir yerli parçanın döviz kuru (10 TL= 1 Euro) ise 150 TL/10 fiyatı 15 Euro çıkmaktadır. Aynı malın yurt dışından alınan teklif sonucu maliyeti 12 Euro olursa yüzbinlerce adedi bulan binlerce çeşit parça için geçerli bu yöntemle hiç tereddüt edilmeden bu düşük maliyetli parçalar sipariş edilmektedir. Böylece yüzlerce ilave istihdam yaratacak bu parçaların üretimi yabancı ülkedeki istihdama katkı yaparak refah seviyelerini artırmaktadır.
Zorunlu ve geçici tercih olarak değil istikrarlı biçimde döviz kurunun örnek olarak %30 artırılması halinde artık dış yan sanayi üreticileri için tercih sebebi tamamen ortadan kalkacak ve ilgili şirket belli bir süre içinde ağırlıklı yerli yan sanayi üretimini kullanmaya başlayacaktır.
İşin daha güzel ve fevkalade önemli diğer bir yanı da otomotiv şirketinin kullandığı parçaların üretimini almayı başaran yerli yan sanayi kuruluşunun artık yurtdışı otomotiv firmalarına da 12 Euro’nun daha altında fiyat vererek parça temin edecek rekabet seviyesine kavuşmuş olmasıdır.
Bu yan sanayi üreticisi yeni durumunun geçici olmadığını izlenen döviz kuru politikalarını takip ederek anlarsa yapacağı yeni yatırımlarla yurt dışına da yönelik üretim miktarını arttırarak istihdam seviyesini çoğaltıp ülkemizin refah seviyesinin artmasına katkıda bulunabilecektir. Durum sadece bu yan sanayi ile de kalmayacak onun ilişkide olduğu diğer sektörler de bu işten nasiplerini alacaklar ve çoğaltan etkisiyle refah seviyesinin artması mümkün olacaktır.
Bu top yekûn inanılmaz bir değişimdir. Belli bir süre beklenilmesi halinde kaçınılmaz olarak meyveleri toplanacaktır. Bu durumu çoğaltılan sayılar prensibiyle de daha iyi anlamak mümkündür. Konunun iyi anlaşılabilmesi için sayıların büyültülerek sonuçların net biçimde görülmesini sağlayan bir ekonomik yaklaşımı konumuz açısından da uygulayabiliriz. Bugün için döviz kurunun 1500TL seviyesine indiğini varsayalım. Bunun ekonomik sonuçlarını tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır. Bütün ithal mallarının %70-80 civarında ucuzlaması, ithal mallara olan talebi patlatarak bırakalım yerli üretimi “yerli olarak” adlandırılan ancak üretimde ithal malzemeler kullanılan ürünlerin dahi satılması mümkün olmayacaktır. Buna karşılık ihracatta mukayeseli üstünlüğümüz olan birkaç alan dışında minimum seviyeye inecektir.
Olay bu kadar açık olmakla birlikte örnekteki gibi çok uç seviyelere inilmedikçe olumsuzluklarını anlaşılması zaman almakta palyatif tedbirle konu geçiştirilmektedir.
Ekonomik kalkınma hamlesini başaran ve gerçek büyümelerini devam ettiren Çin, Güney Kore gibi ülkelerin yapılan onca yorumlar bir yana esas başarıları “döviz kurunun” bu sihirli yönünü keşfedip başarı ile uygulamalarıyla mümkün olmuştur.
Cari açık vererek kalkınan gelişmekte olan bir ülke yoktur. Devamlı borç alarak yaratılan mevcut refah seviyesinin geçici tedbirlerle arttırılmaya çalışılması “rekabetçi kur” politikası benimsenmediği sürece günü kurtarmaktan öteye gidemez.
Hem iç piyasanın yabancı üreticilere kaptırılmadığı, hem de yurtdışı piyasadan gerek istihdam gerekse müteşebbisin kazancının getirdiği önemli bir katma değerin ülkemize aktarıldığı “rekabetçi döviz kuruna dayalı bu sistem büyümenin ''gerçek strateji”sidir.
Ancak ekonomik olaylardaki karmaşıklık nedeniyle ''başa başnoktası'' altında tutulan döviz kurunun yaratacağı zararın, kamuoyunca tam algılanamadığı hatta memnuniyetle karşılandığı “gelişmekte olan ülkeler” grubu için “rekabetçi döviz” uygulamasına geçişin çok zorlu olacağı açıktır.
Böylesine zor bir kararın uygulamasına geçerken sistemin amacıyla çelişki yaratacak kararlardan kaçınılması çok önemlidir. Zamana ve güçlü iktidara ihtiyaç vardır. Olayın mutlaka bir programla hesap yapılarak başlatılması gerekir. Ülkede uygulamanın başladığı sırada önemli ölçüde kısa vadeli sermaye (sıcak para) mevcutsa öncelikle uzun vadeli bir dış kaynak temini için gerekli adımların atılarak döviz rezervlerinin yurt dışına çıkması çok muhtemel olan bu kısa vadeli sermayeyi karşılayabilecek seviyelere getirilmesi gerekir.
Çünkü kısa vadeli sermayeyi en çok korkutan ve ülke dışına çıkmasına neden olan husus o ülkeden elde edeceği getiriyi geri götürürken zararına sebep olacak bir döviz kuru artışıyla karşılaşılması ihtimalidir. Bu nedenle böyle bir programın uygulamaya konulması halinde kısa vadeli sermayenin yurtdışına çıkacağının hesaplara dâhil edilmesi ve bu çıkışın döviz ihtiyacının karşılanabilmesi gerekir.
Ayrıca bu süreçte yapılacak uygulamaların bu geçiş sürecinin amacına uygun olması gerekecektir. Yukarıda açıklandığı gibi iç talebi genişletici her politika ithalatı körükleyip döviz ihtiyacı yaratacağı için bütçenin harcama kalemlerinde tasarrufa gidilmesi, kredi musluklarının kısılması gibi önlemler devreye alınıp uygulanmalıdır. Rekabetçi kur için alınacak önlemlerin zaman alacağı ihracatın bir anda patlamayacağı düşünülürse bu önlemler başarının kritik noktalarını oluşturacaktır.
Diğer taraftan değişen bu politika dolayısıyla ülkede oluşacak döviz talebi karşılanırken döviz fiyatlarının sabit tutulmayarak kontrollü ancak serbestçe oluşmasına izin verilmelidir. Böylece döviz talebinde yaşanacak artışların mümkün olduğunca en üst seviyelerdeki döviz fiyatlarından karşılanması imkânı yaratılacaktır.
Faizler de izlenecek politika da çok önemlidir. Gereğinden fazla indirilen başta tüketici ve kredi faizleri iç tüketimi ve kapatılmasına gayret edilen cari açığı hızla arttırarak izlenecek politikaya zarar verecek ve uygulamayı çok zora sokacaktır.
Buna karşın özellikle politika faizinde yapılacak gereğini aşan artışlar kısa vadeli yabancı sermayenin gelerek döviz fiyatlarını aşağı yönlü baskılamasına yol açacaktır.
‘Bıçak sırtı’ diye tabir edilebilecek çok dengeli iç tasarrufları arttırıcı ve sıkı para politikasını sürdürücü ancak kısa vadeli yabancı paraya cazip olmayacak faiz seviyesi uygulanması gerekecektir. Burada politika faizinin kısa vadeli yabancı sermaye için cazip olmayan seviyelerde tutulması ancak iç piyasaya kredilerde maliyetlerin yükseltilmesi için çeşitli Merkez Bankası araçlarının devreye sokulması yararlı olacaktır.
Ancak eğer ülke yurtdışı borçlanmalarında “istiap haddi”ni yani yabancı sermaye gözüyle ekonominin kaldırabileceği bir borç seviyesine ulaşılmışsa bu durum kısa vadeli yabancı girişlerini de etkileyecek ve kısa vadeli girişler adeta çok dikkatli ve 'çok kısa vadeli' olma noktalarına gelerek sınırlı kalabilecektir.
Bu nedenle uygulanmanın başarısı her noktanın iyi hesaplandığı hiçbir hataya yer vermeyen kısa ve orta vadeli milli bir tasarrufa gidilmesini sağlamaktır. Zaman içinde yurt içindeki işletmelerin gerekli pozisyonları almalarıyla gerçek manada rekabetçi bir ekonominin temelleri atılmış olacaktır.
Sonuç olarak globalleşen dünyadaki ekonomilerde, refah seviyelerinin paylaşımı “rekabetçi kur”un önemini kavrayan ülkelerin, kavrayamayan ülkelerin aleyhine zenginleşmeleri sürecidir.