Döviz Kuru Artışı, Enflasyon ve Ezber Bozma Gereği

Uğurcan ÖZSES

Maliye Bakanlığı

Eski Baş Hesap Uzmanı

Bugünlerde ekonomiye ilişkin yorumlarda döviz kurunda görülen artışların enflasyon üzerinde yarattığı olumsuz etkiler gündemin en üst sıralarında yer almaktadır.

Gerçekten döviz kurlarında oluşan bir artışın nihai mal olarak ithal edilen ürünlere aynı oranda, “yerli” olarak nitelenen ürünlere de bünyelere giren ithal ara malları oranında yansıyacağı yadsınamaz bir gerçektir. Ürün fiyatlarına yansıyan bu artışlarında hesaplara “enflasyonda artış” olarak geçeceği açıktır.

Enflasyonda artışa kadar uzanan bu süreçte, olayı tetikleyen temel unsur döviz kuru artışı olduğuna göre ekonomik analize de döviz kuru artışının sebeplerini araştırarak başlamak yerinde olacaktır. Bu durumda konuya ayrıntılarda boğulmadan sade bir şekilde yaklaşılırsa döviz artışının temel nedenleri kısaca, döviz talebinin yükselmesi, döviz arzında azalma yada her iki nedenle döviz arzı ile talebinin arasında oluşan boşluktur.

Ancak 2001 yılından beri ülkemizde de uygulanmaya başlanan sistem gereği dalgalanmaya bırakılan döviz kurunun, devletin kontrol altında tuttuğu faiz oranları dahil hiçbir müdahalesi olmaması durumunda arz ve talep seviyesine göre piyasada oluşacak fiyattan dengeyi bulacağı arz ve talebin eşitleneceği ortadadır.

Buna karşın devletin bu sürece piyasadaki döviz arzını arttırıcı yada talebini kısıcı yönde müdahale ederek daha düşük döviz kuru seviyesinde bir denge noktasına ulaşmasını sağlaması mümkündür. Bu konuda yapılacak müdahalenin başında döviz talebini kesmek için “yurtiçi talebi” yani tüketim seviyesini azaltıcı önlemler alınması akla ilk gelenidir. Zorunlu ve gönüllü tasarruf miktarını arttırarak başarılabilecek bu yöntemde öncelikle “sıkı para politikası” önlemleri gündeme gelecektir. Bu bağlamda tüketicilere verilen krediler sınırlanarak maliyetlerinin arttırılması sağlanacak, dolaşımdaki para miktarının azaltılması için açık piyasa işlemleri gündeme gelecektir.

Ayrıca vergi politikası ile ilgili olarak harcamalar üzerinden alınan katma değer vergisi ve ötv gibi çeşitli vergilerin oranları arttırılarak vasıtasız vergilerde yükseltilecektir. Bu tedbirlere ilave olarak taksitli satışlar cins ve taksit sayısı olarak sınırlamalara tabi tutularak yapılacak benzeri uygulamalarla döviz talebinin azalması sağlanacaktır. Bu politikanın adı da “ayağını yorganın içine çek” politikasıdır.

Döviz talebini kısmaya yönelik alınan bu önlemlere karşın, döviz arzı borçlanılarak attırılmak suretiyle de döviz kurundaki yükselmeler önlenebilir. Ancak bu politikayı izleyen ülkenin gerçekte cari açık vererek ürettiğinden fazlasını borçlanma suretiyle tükettiğinin altının önemle çizilmesi gerekir. Halk deyimiyle bu durumu, ayağın yorganı aşan kısmının ödünç alınan yorgan ile kapatılmaya çalışılması olarak betimlemek mümkündür.

Faiz oranlarının borç veren yabancı kuruluşların istediği oranlara çekilmesi ve enflasyon hedeflemesi sisteminin uygulanması halinde belirli bir dönem için istenilen tutarlarda borç bulunması mümkündür. Yapılan borçlanma tutarına göre mevcut döviz kurunun yükselmesi önleneceği gibi, mevcut seviyesinin bile altına çekilmesi de mümkündür. Sorun yabancı finansörler için faizin ne kadar cazip olacağına bağlıdır.

Böylece cari açık vererek büyüme adı altında halkın tüketim seviyesi yükseltilebilecektir. Yükselen tüketim seviyesinin yurtiçi üretim seviyesini aşması halinde döviz kurunun “otomatik stabilizatör” olarak yükselmesini ve dengeye gelmesini sağlayan piyasa koşullarının borçlanma suretiyle döviz arzını arttırarak önlemeye çalışmak asla gerçekçi ve sürdürülebilir bir uygulama değildir.

Nitekim 2001 yılındaki kamuoyunca “kitap atma” krizi olarak adlandırılan olayın sonrasında Kemal DERVİŞ tarafından uygulamaya konulan “enflasyon hedeflemesi” adı altındaki bu sistemle görece yüksek faiz verilerek alınan borçlarla ekonomide döviz bolluğu yaşanmıştır.

Bunun sonucu olarak bu uygulama ile gelen döviz sadece arzı talebe uydurmakla kalmamış uygulanan para politikalarının da etkisiyle daha da yükselen talep artışını da karşılamıştır. 2001 yılında 1400TL olan dolar kuru 7 yıl bu döviz borçlanması nedeniyle 2008 yılında başladığı noktanın da altına inerek 1200TL’yi görmüştür. Ancak 13 yıl sonra başladığı noktaların üstüne çıkmıştır. Aynı dönemde döviz borcu da 113 milyar dolar dan yaklaşık 3 kata yakın artışla 300 milyar dolara yükselmiştir. Bu durum da açık olarak göstermektedir ki Türkiye bu dönem içinde iç talebi döviz kuru artışı yaratmadan hatta zaman zaman düşürerek karşılamak için büyük ölçüde döviz borçlanması yoluna başvurmuştur.

Alınan döviz borcuyla düşen döviz kuru, Türk sanayi ve ekonomisinin yapısını büyük ölçüde etkilemiştir. Ucuz döviz kuru ile ithal edilen ara malları üreten yerli sanayiyi menfi yönde etkilemiş ve rekabet gücünü ortadan kaldırmıştır. Firmalar borçlanmalarında döviz cinsine yönelmişlerdir.

Burada kritik noktayı “hedef enflasyon seviyesi” oluşturmaktadır. Belli bir enflasyonun hedefe konması halinde bu hedefe varmak için, hedef alınan enflasyon seviyesinin gerektirdiği kadar borçlanma yapılarak piyasaya döviz verilmesi ve döviz bolluğunun yarattığı ucuzlukla ithal edilen mallarında hedef enflasyonun altında kalmasının sağlanması zorunludur. Yükselen bu faiz seviyesi sıcak para için kısa vadeli olarak piyasaya girme imkânını sağlarken bu aşamayı takiben arz için yeterli dövizin sağlanmasıyla (!) faizler tekrar inişe geçirilmekte para politikasındaki gevşeme de buna eşlik edince tüketim tekrar yükseltilerek dalgalı kur döngüsü devam ettirilmektedir.

Buna karşın bu döngünün kırılıp gerçek büyümeye geçmek için faiz oranının sıcak para için cazip olmadığı ancak iç piyasada tasarrufu teşvik edecek ve tüketici kredilerini cazip olmaktan çıkaracak bir seviyede belirlemek gerekir. Bu durum bıçak sırtı faiz uygulamasıdır.

Sıcak para ile sağlanan bu ortam halk nezdinde o an döviz artmasa bile her an artış potansiyeli olduğu endişelerine yol açacaktır. Bu nedenle dövize yatırım yapılmakta ve “dolarizasyon” süreci oluşmaktadır. Buradan anlaşılacağı gibi uzun vadeli olarak asla sürdürülemeyecek olan bu politika yükselen borç seviyeleri nedeniyle ülke riskini, tıpkı ticari hayatta olduğu gibi arttırarak borç almanın daha maliyetli hale gelmesine sebep olacak bu durumda milli gelirin daha büyük payının dış ülkelere faiz gideri olarak aktarılmasına neden olacaktır.

İşin daha da kötü yanı borçlanma nedeniyle düşük döviz kurunun sebep olduğu görece ucuz ithal malları enflasyon nedeniyle maliyetleri TL bazında artan ürünlerin  altında kalacak ve TL rekabet gücünü tamamen kaybederek üretim yerine üretilen ithal, nihai ve ara malları gücü bitene kadar kullanan ihracatı gittikçe azalan bir ekonomi haline gelecektir.

Sanayinin ihracata yönelerek yeni yatırımlara girmek suretiyle rekabetçi kurun da yardımıyla başta emek olmak üzere üretim unsurlarını ihracat yoluyla değerlendirmesi imkân verecek bir politika izlenmesi tek çözümdür. Önce kendi ayakları üzerinde duracak olan ekonomi cari açığı kapattıktan sonra mukayeseli üstünlüğünün bulunduğu turizm gelirleri kadar fazla vererek borçlu ülkeler kategorisindeki yerinden gelişmiş ülkeler kategorisine geçmek imkânını yakalayacaktır. Bu durumun gerçekleşmesi halinde ülkeye yatırım için uzun vadeli yabancı sermaye de kolaylıkla çekilebilecek ve gerçek büyüme gittikçe hızlanacaktır. Unutmamak gerekir ki uzun vadeli yabancı sermayede ancak ülke parasının rekabetçi olduğu ortamlarda istikrarlı bir kazanç imkânına kavuşabilecektir. Böylece TL bazında ürünleri hem yurt içi piyasada hem de yurt dışı piyasada rekabet edebilecektir. Ayrıca hem kendine hem de yarattığı katma değerle ülkemize yararlı olacaktır.

Döviz kurundaki artışı önlemek için sıcak paraya bel bağlayan ezberlerin bozulması ve kamuoyunun gerçek çözümü görmesi için şeffaf ve açıklanabilir politikaların devamlı kamuoyuyla paylaşılması büyük önem arz etmektedir. Unutmamak gerekir ki bu durum yukarıda anlatıldığı gibi geçmişte gerçek yerini bulamayan döviz kurunun olması gereken noktalara hareketinden ibarettir. Bu hareketin kontrol altında tutularak kaçınılmaz olarak artacak ihracatın döviz girdilerinde yapacağı olumlu etkilere paralel biçimde yürütülmesi, geçiş aşamasının ekonomide küçülmeye neden olmadan atlatılmasını sağlayacaktır. Bu dengenin sağlanmasından sonra rekabet gücünü kazanan ekonomi kendisinden beklenen gerçek performansı arttırarak devam ettirecektir.